BİR NOKTADA TAKILDIK

Bu yazıyı yazmaya üç kez başladım.

İlki, hayatı evlere sığdırmaya çalıştığımız ilk günlerdeydi.  Ve yazıya şöyle başlamıştım:

‘Tüm dünyanın gündemini salgın hastalıkla mücadeleye ayırdığı şu günlerden tarihi bir kaç ay geri alırsak, dünya başka bir ortak sorunu gündemine taşıyordu.  İKLİM KRİZİ… Korona kadar büyük bir korku salmasa da yangınlar, seller artık ortak atılması gereken adımların gerekliliğini işaret ediyordu. Değişim için kıpırdanmalar başlamıştı ki korona bütün korkusu, paranoyası ve şiddetiyle gündemi ele geçirdi ve tüm gündemimiz korona olurken iklim krizi tartışmaları geri planda kaldı. Ama ne gariptir ki korona ile hayatımızı yeniden düzenleme zorunluluğumuz, yeryüzünü kurtarmamız için almamız gereken acil önlem planlarının deneme safhasını oluşturdu. Daha az ürettiğimiz, daha az tükettiğimiz, doğal yaşamı daha az istila ettiğimiz günlerden geçiyoruz. İhtiyacımız olmayana meyil etmemekle sınandığımız, yeryüzünü tüketmeye bir süre ara verdiğimiz bu günler, gelecekteki pratiklerimizi şekillendirmek, sürdürülebilir bir moda düzenine dair planlar yapmamız için çok güzel bir fırsat gibi görünüyor. Kendimize sormayı hiç bırakmayacağımız şu sorunun kafamızda sürekli dönmesi gerekiyor: Bu kriz bittiğinde nasıl bir dünyaya uyanmak istiyoruz?’

Noktayı koydum ve ben umut dolu bu ilk paragrafta takılı kaldım. Sürdürülebilir moda üzerine kafa yoranların gözlerinin parladığı, moda döngüsünün yavaşlamak zorunda kaldığı, ne aldığımızın ne de giydiğimizin bir öneminin kalmadığı ilk günlerin, bir çoğumuza hissettirdiği ‘galiba bu sefer bir şeyler değişebilir’ inancı ile yazmaya başlamıştım ama büyük kelimeler söylemek, kesin sonuçlara varmak için çok erken olduğunu düşündüm. Biraz daha beklemeye, gözlemlemeye karar verdim. Ve yazı öylece kaldı.

Sonra çok geçmedi, beklememi maalesef haklı çıkaracak olaylarla ikinci kez yazmaya başladım:

‘İlk günler umutlu bir yükselişle olumlu bir değişime inancım artsa da, sadece bir kaç örnek umutlarımı şüpheye düşürmeye yetti sanıyorum. Sürdürülebilirlik için atılan, atılması gereken bir çok adım ters yöne gitmeye başladı. Tek kullanımlık kelimesini hayatımızdan çıkarmaya hazırlanırken, tam tersi yönde bu kelime hayatımıza hızlı ve yoğun bir biçimde geri geldi. Plastik kullanımını azaltmaya karar verdiğimiz, tek kullanımlık plastiklere savaş açtığımız günleri unutup neredeyse her bir meyve sebzenin hijyen sebebi ile tek tek poşetlendiği günlere geldik. Kullandığımız maskeler denizlere taştı, kirlilik olarak geri dönüyor. Bunca atığı bu dünyanın nasıl kaldıracağı sorusu belli ki bugünün sorusu değil. Bir çok büyük marka hali hazırda üretime girmiş siparişlerini durdurdu. Sipariş aşamasında durdurulmuş giysilere, yada satışı gerçekleşememiş binlerce sezon kıyafetine ne olacağı sorusu askıda beklemede.

Öte yandan bir çok büyük markanın her zamanki gibi sadece kendi çıkarlarını korumak için işçilerini mağdur ettiği haberleri gelmeye başladı. Halihazırda küçük düşürücü maaşlarla hayatta kalmaya çalışan işçiler, markaların sipariş iptalleri yüzünden üretimi durdurulan fabrikalardan o maaşları bile alamadan evlerine dönüyor. Açlıkla ve sefaletle yüzleşiyor. Çalışmaya devam eden fabrikalarda ise çalışma koşullarının her zamankinden daha tedbirsiz, her zamankinden daha tehlikeli olduğu yazılıyor.  Görünen o ki yine bugünü kurtarmak için yarını feda etmeye devam ediyoruz.’

Sonra yine durdum. Daha neler olacak görmek için biraz daha beklemeye karar verdim.

Ve bugün, pandeminin dünyada ortaya çıkışının üzerinden 6 ay, ülkemizde ilk kez görülmesinin üzerinden 3 ay sonra, bu yazıya üçüncü kez tekrar başlıyorum. 

3 ay içinde, hayatımızın düzeni ne çok değişti. Önce evlere kapandık. Korktuk, bugüne kadar kimse için korkmadığımız kadar kendi canımız için korktuk. Başkası için olsa bu kadar korkup kurallara uymazdık zaten, yine çoğunlukla kendimizi düşündüğümüz için bir süre kurallara uyduk. O dönem çok havalı olduğu için sosyal medyadan gönül birliği yapıp yine sosyal medyada herkese evde kaldığımızı gösterdik, başkalarına da evde kalmalarını söyledik.  Sonra işin havası kaçtı, rengi değişti, baktık bize gelmiyor bu hastalık yada yakınımıza uğramıyor, başkaları için evlere kapanıyormuşçasına şikayete başladık. İlk fırsatta zaten normal olmayan hayatlarımıza normalleşme süreci diye garip bir tanımla geri dönme fırsatı yakaladık, saldık kendimizi sokaklara.  Ve bu süreç beraberinde çok basit iki kuralı getirdi: maske takmak ve sosyal mesafeye uymak.

Bu yazıyı yazmaya ilk niyetlendiğim günlerde bu iki kuraldan bahsetmek aklımın ucundan bile geçmiyordu. Ama yapılması gereken bu iki basit adım için bile o kadar çok ayak diretiliyor ki aklımın alabileceği bir cevap bulmak için düşünmeye başladım.

Normal zamanlarda bile başkasına sosyal mesafe tanımamız gerekirken, böyle bir salgın durumunda her yerde yazılıp çizilip önemi anlatılmasına rağmen neden bu mesafeyi tanımaktan aciziz?

Neden başkasının alanına girmeye bu kadar meyilliyiz?

Maske takmanın hem kendi canımız için hem de bir başkasının canı için önemli olduğu söylenmesine rağmen neden rahatımızdan minicik bir ödün veremiyoruz?

Neden sırf biz maske takmanın gereksizliğine inanma özgüvenini kendimizde görüyoruz diye kurala uyanlara anlamsız bakışlar atıyoruz?

Neden herkes için verilebilecek en doğru kararın kendi verdiğimiz karar olduğunu düşünüyoruz?

Neden tehlike birebir bize dokunmuyorsa tehlikenin var olduğunu kabul etmiyoruz?

Neden empati kuramıyoruz ve neden saygı duyamıyoruz?

Bir maske ve bir sosyal mesafenin beni getirdiği bu son soru aslında yazıya ilk başladığım noktaya beni geri götürdü. Anlatılan ve dikkat edilmesi gerektiği söylenen konular değişse de sürdürülebilirlik dediğimiz kavram için de gerekli olan işte bu iki duygu ve aynı zamanda bu duyguların yoksunluğu işimizi zorlaştıran. Onları görmesek de bizim kıyafetlerimiz için acı çeken insanlar var diyoruz. Görmediğimiz ve bilmediğimiz bir gelecek için bugün hareket etmemiz gerekiyor diyoruz. Bugün yaptığımız eylemlerin, tükettiğimiz her bir giysinin yarın sonuçları olacak diyoruz. Bugün bile yanı başımızda olan bitene bu kadar duyarsızken gelecek için harekete geçmekten bahsediyoruz.

Bugün yanımızdakinin bile en basit kararlarına saygı duyamazken, geleceğin kaynaklarına nasıl saygı duymaktan bahsedebiliriz? Bugün en yakınımızda hastalıktan korkan biriyle empati kurup ona saygı duyamazken, nasıl maaşını alamadığı için açlıktan ölen tanımadığımız bir işçi ile empati kurmaktan söz edebiliriz? Bugün insanla empati kuramaz, insana saygı duymazken, doğaya, çevreye, hayvana ve bilmediğimiz bir geleceğe saygıdan nasıl bahsedebiliriz?

Ben ‘Dünya bize bu yaşananlarla ne anlatmaya çalışıyor?’ gibi büyük bir sorudan vazgeçtim, çok daha küçüğünü öneriyorum. Yanı başımdaki insan bana ne anlatmaya çalışıyor? İnsanlık olarak görünen o ki biz bu noktada takıldık. Bunu anlamayı tekrar öğrenmemiz, empati kurmak ve saygı duymak üzerine baştan çalışmamız gerekiyor. Sonra sürdürülebilirlik adımlarını atmaya tekrar başlayabiliriz.

Bu yazıyı bu kez sonlandırıyorum ama dileğim yazdıklarımda haksız çıktığım bir gelecekte bu yazıya tekrar başlamam.

Yazı oluşturuldu 15

Bir yanıt yazın

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön